Kazuo Ishiguro'nun değerli bir eseri var, orada aile olmanın, hatta arkadaş kalmanın değerini okursunuz sayfalar boyunca. ''The Remains of the day'' (Günden kalanlar) adlı kitapta, evsizliği ve yalnızlığı, büyük bir dönem sosyolojisinin ardında okursunuz bu eserde. Kitapta ''akşam, günün en güzel zamanıdır'' der birkaç yerde... Işıklar yanar, insanlar hızla koşuşmaktadır, evlerine varmak isteyenler, yağmurdan kaçanlar, dostlarıyla buluşacak olanlarla akşam en güzel zamandır, çünkü akşam eve dönüş zamanıdır. Kamudan mahrem olana, özel olana geçiş zamanıdır... Sizi sadece siz olduğunuz için sevenlerin, bekleyenlerin yeridir ev. Beklenmeniz için şampiyon veya sınıf başkanı olmanız gerekmez. Varlığınızdan en samimi şekilde sevinç duyacak kişilerdir orada olanlar...
Yakınlarımız olmadan kolayca atlatılamayacak duygular var. Bunların en başında ölüm geliyor. Günümüz insanı ölüm karşısında ne yapacağını bilemiyor. Çünkü ölüm çok büyük bir şey. Geri dönüşsüz ve meçhul... Hatta varoluşa dair tüm anlamları da, tek bir kerede yutup geçecek kadar büyük bir sel gibi. Ölümün olduğu yerde, hiçbir görkem, hiçbir deha, hiçbir tutku, hiçbir istek ayakta duramıyor. Yasin suresindeki "...bir anda sönüp gittiler" ayeti gibi, hepimizin mukadderatı ölüm, sadece zamanını bilmiyoruz, ne zaman, nerede, nasıl...
Canlılar arasında öleceğini bilen tek varlık, insan olduğu halde, insan dünyaya muktedir ve hakim olmak gayesiyle unutuyor sınırlarını, hakikatlerini... Kabristanlarda sessizce yatıyor oysa hayatın hakikati ve anlamı...
Ailelerimiz, ölüm vaktinde en güzel teselliyi sunuyor bize. Ölüme dair taziye ve yas adabı, geleneğimizde ölümle ilgili çok değerli tecrübelerdendir halen. Bir ölüm olduğunda günlerce, haftalarca kapanmayan kapılarımız, komşularımız, akrabalarımız bizim en doğal tesellilerimiz değil midir? Tüm bu duyguların yoğrulduğu, şifalandığı teknenin ismi ev...
Hepimizin, ama özellikle gençlerin ölüm hakkında konuşmaya ihtiyacımız var. Kiminle konuşacağız, derdimizi kiminle paylaşacağız, bizi kim dinleyecek, bunlar büyük sorular. Daha önce de bahsetmiştim; İsviçreli sosyolog Prof. Crettaz'ın 'Mortal Relief' adlı atölye çalışmasından... Bu çalışmadan hareketle açılan ''ölüm kafeleri''ni ara sıra neler oluyor diye ben de takip ediyorum. Haftada birkaç kez sohbete gelen psikiyatrlar, ilahiyatçılar, bilgeler, misafirlere ölüm hakkında yatıştırıcı, ruhu huzura davet edici konuşmalar yapıyorlar, dertleşiyorlar... Bunlar, konuşacak, dertleşecek kimsesi kalmayanlar...
Aile, komşuluk, akrabalar, mahalle yaşantısı gibi pek çok imkan vardı eski zamanlarda hayatımızda. Bunlar azaldıkça yalnızlığımız da derinleşiyor, tek başınalığımızsa çelikleşiyor... Oysa ev bizde bina'dan ibaret değildir, içinde hayatın yaşandığı, aktığı canlı bir şeydir.
İnsanlar akşam vakitlerinde niçin aceleyle evlerine koşarlar, niçin şehrin bütün ışıkları yanar, niçin sofralar kurulurken, şıkır şıkır bardak ve kaşık sesleri taşar sokaklara? Bir düşünün bu akşam... Ev, akşamın sofra neşesiyle tamamlanır çünkü.
Şimdi patolojik olayları, ev içi yaşanan dramatik vakaları, çocukların, kadınların, yaşlıların mağdur olduğu şiddet vakalarını genelleştirmeyiniz hemen! Evlerin çoğunda, kahir ekseriyetinde; güven, sevgi, itimat, umut, tahammül, sabır, destek halen devam ediyor.
Allah ümmetimizin sofralarına da bereket ve saadet versin... Çünkü ümmet, bizim mensup olduğumuz büyük ailemizdir. Hassaten evleri, sokakları, canları, anneleri, babaları, evlatları, kalpleri kırılmış Gazzeli kardeşlerimizin sofrasında bir bardak su, bir dilim ekmek olabilmek duasıyla...